Hayata Anlam Katanlar-1 {Star Wars}
Star Wars tam bir efsane.
Hayatıma girdiği günden bu yana 6 filmi de 10'ar defa izlememe rağmen bıkmamış, usanmamış olmaktan gurur duyuyorum.
Star wars bir filmden çok daha ötedir, adeta yaşam biçimidir.
Seriyi izlemeyenler abarttığımı düşünebilir, normaldir de ama kesin olan bir gerçeklik: Kesinlikle abartmadığımdır. Hatta bu konuda biraz sert teorilerim dahi var, serinin film dünyasına yepyeni bir bakış açısı verip çok filme ilham kaynağı olduğu için bu seriyi izlemeyenlerin diğer filmlerinin bir anlamı olmadığını düşünüyorum.
Hatta abartıp Star Wars izlememiş insanın film izledim demesin diyorum.
Şöyle ki;
Belki de şimdiye kadar hiçbir film onun kadar büyük bir fan kitlesine sahip olmadı. Hiç bir film serisi 20 yılı aşkın bir süre boyunca başarısını bu denli koruyup bir fenomen olmayı başaramadı. Amerikan film üretim stratejisi içinde hiçbir film, onun kadar tartışılmadı, sevilmedi ya da nefret edilmedi. Onun üzerine bugüne değin birçok şey söylendi; psikanalizden sosyal teorilere kadar Star Wars gizemi çözülmeye çalışıldı. Kimi eleştirmenler onu yalnız galaksiler arası bir peri masalı olduğu konusunda eleştirdi, kimileri Dune’un kopyası olmakla suçladı, kimi teorisyenler de soğuk savaş ideolojisinin okültizm sosuna bandırılmış tasviri olduğunu söyledi. Ama ne olursa olsun, Star Wars milyonların beğenisini kazanmaya hep devam etti ve popüler kültürün sinema endüstrisi içinde yarattığı en büyük ikonlardan biri oldu. Öyle ki film serisi tarikatvari bir hayran kitlesi yaratarak, milyonların peşinden koşmasını sağladı. Bu ikonoloji kendinden öncekileri yerle bir etti, yeni izleyici alışkanlıkların doğumuna ev sahipliği yaptı ve sürekli olarak kendini yeniden üretti.
Bununla birlikte zihinlerde hep aynı soru kaldı: Galalarında toplumsal bir histeri yaşanan, Jedi şövalyeliğini bir din olarak kabul ettiren, 40 yaşın üstündeki insanları Darth Vader kostümleriyle dolaştıran itici güç nerede saklı? Başka bir deyişle, Star Wars’un gizemi nerede? Yalnızca denildiği gibi mikro dünya kapsüllerini yutturan bir pazar taktiği mi, kaçışçı davranışların son noktası mı, yoksa bunlardan daha fazlası mı? En katı sinema eleştirmenlerinin dahi eğlenmekten kendini alamadığı Star Wars serisi sinema için bir devrim mi, yoksa içi boş ama renkli bir sandık dolusu oyuncaktan mı ibaret? İşte Star Wars’un tartışmasız başarısının ve onu sevmemizin birkaç nedeni:
Yakın Bir Geçmişte, Çok Çok Yakın Bir Galakside...
Lineer bir çizgide akan, uzayda geçen bir masal havasında gelişen, bugünün standartlarına göre alışıldık bir teknik içeren Star Wars’un vazgeçilmezler arasında yer almasının nedenini daha iyi anlamak için belki de hikayenin en başına, 1970’li yıllara dönmek gerek. Soğuk savaşın en sıcak günlerinin yaşandığı bu yıllarda kutbun her iki tarafı da gözlerini yıldızlara dikmiş. Soğuk savaş artık dünyadan uzaya sıçramış, kimin daha çok uydusu olduğu yarışına dönmüş... Şimdiye kadar kenarda kalan bilimkurgu sinemasının belki de en iyi örneklerinin bu yıllarda verilmesi ve Lucas’ın filmine Yıldız Savaşları ismini koyması boşuna değil.
C3PO ve R2D2
Bunun yanı sıra 70’li yıllar Batı toplumlarının, özellikle ABD’nin siyasi bunalıma düştüğü, total olarak modern projenin krize girdiği yıllar olarak da not edilebilir. Ekonomide yaşanan dar boğazlar, sürekli artan enflasyon oranı ve petrol merkezinde dönen mali politikalar yeni bir strateji arayışına sürüklerken, siyasi alanda yaşanan iktidar boşlukları pesimist havanın daha da ağırlaşmasına yol açar. Toplumun siyasi aktörler konusunda yaşadığı şüphe sinizm olarak politik tavrı belirler. Bir tarafta yıllardır kayıplarla süren Vietnam Savaşı, ardından patlak veren Watergate skandalı, diğer tarafta tüm dünya gençliğini ayağa kaldıran 68 ruhu ABD’yi çalkalamaktadır. 68 gençliğinin atmosferi Avrupa’da modernist sinemanın anlatı üzerine giriştiği deneylere yansırken, her zaman kahramanlara ihtiyaç duyan ABD’de kastrasyona uğramış iktidar sinemada karanlık ve septik bir üslubun doğasını oluşturur. Stanley Kubrick mekanik insanın anatomisini çıkarırken, Martin Scorsese arka sokakların gerçek yüzünü ortaya koymaya çalışır, Coppola Baba serisi ile yeni gelişen göçmen sınıfların işleyiş mekanizması ile epik bir anlatıya yönelirken, Robert Altman sinema konusunda radikal arayışlara girer. Her biri farklı bir auteur sinemasının inşasını gerçekleştirirken, birbirlerinden beslenir. Otomatik Portakal’ın ya da ABD’de o dönemde en fazla gişe hasılatına sahip bilimkurgu filmi 2001: A Space Odyssey’in parlak ve aseptik toplumları ile Taxi Driver ya da Long Goodbye’ın karanlık ve tekin olmayan mahalleri görsel olarak çok farklı olsa da, aslında hepsi aynı noktada birleşir: Tek boyutlu hale getirilmiş modern insanın yalnızlık senfonisi, kemikleşmiş ve her yana yayılmış tahakküm sisteminin eleştirisine nakarat olur. Güvenin yerine her daim kendini gösteren ihanet, bilincin yerine disenformasyon, özgürlüğün yerine kurgulanmış gerçeklik geçer.
Anti kahramanın revaçta olduğu sinemasal anlayış içinde Hollywood gerçek bir kahramana bu denli ihtiyaç duymamıştır. İşte felaket filmlerinin zirve yaptığı, kara filmin yeniden doğduğu, politik hicvin bağımsız sinemaya nüfuz ettiği bu ortamda
beklenmedik bir film gelir: Uzak bir galakside bundan çok uzun zaman önce gerçekleşmiş bir öyküyü anlatan bir uzay operası, kara bulutların arasından kendisine bir yol bulur. Bu film, iyi ile kötülerin savaşında iyiliğin zaferini gösteren Star Wars’dan başkası değildir. Dönemin bilimkurgu eğilimi apokaliptik bir dünyada sıkışıp kalmış bireylere eğilmek iken, Star Wars 70’lerin sonlarında post apokaliptik bir dünyadaki umut öyküsünü izleyicileri ile paylaşır. Karanlıkların bir gün dağılacağına dair açık iletisi ile Star Wars sisteme karşı umudunu yitirmiş bireyin hala tutunabileceği bir dal olduğunu gösterir. Bir anlamda Star Wars o dönemde politik ve toplumsal yaşamda umut edebileceğimiz değerlerin varlığına işaret eder. Onun bu denli popüler olmasının, sevilmesinin en önemli nedeni de belki budur: Demokrasi ve onun değerlerine duyduğu saf inancı, bitmek bilmeyen iyimserliği ve en kötü zamanda bile kaybetmediği çılgın neşesi.
Geçiş Döneminin Kapılarını Aralamak:
Anakin - Darth Vader
Lucas kendisi ile yapılan bir röportajda şöyle der: “Auteur kuramına inanıyorum. Çünkü auteur sayılan her yönetmenin filmi aslında yönetmenin kendi yansımasıdır.” Bu ifadeden yola çıkarak denilebilir ki, George Lucas’ı tanımak için tek başına Star Wars yeterlidir. Bir bakıma Lucas, Star Wars ile kendi auteur imzasını atmasının yanı sıra, bu seriyle kendi dünyasını izleyicilerle paylaşmıştır. Başta kendisi olmak üzere kimsenin hit bir film olacağını düşünmediği Star Wars, George Lucas'ın kendi birikimini ve iç dünyasını ifşa edişidir.
Bu nedenle film, Lucas’ın o güne kadar beslendiği ve deneyimlediği ne varsa içerir. Joseph Campbell’in etkisi tartışmasız ortadadır. Campbell’in The Hero with a Thousand Faces’inin izini süren Lucas aynı şekilde evrensel motifler içeren, kültürler arasındaki bağları açığa çıkaran ve felsefe ile mitolojik öyküleri iç içe geçiren bir ana hikayenin peşindedir. Lucas’ın Campbell’dan devşirdiği slogan “aslında bütün hikayelerin aynı” olduğudur. Kökleri Alman antropolojist Adolph Bastian’ın çalışmalarında ve Gustav Jung’un “arketip” teorisinde yatan bu düşünceye göre, her hikaye biçimsel olarak farklılık gösterir, ama öz aynı kalır. İnsanların farklı hikayelerde aynı reaksiyonları göstermesinin nedeni budur.
Bu fikrin izini süren Lucas, Star Wars’u temellendirirken Ulysses, Beowulf ve Kral Arthur gibi mitleri araştırır. İncelemesi sırasında epik hikayelerdeki mitik arketipleri ortaya çıkarır ve karakterlerini bu esasa göre oluşturur. Kendi deyimiyle “geleneksel, ritüelistik bir yüzyıl sonu hikayesi" olan Star Wars'un çocuksuluğu, onun masallardan beslenen yanını açığa çıkarır. Bilindik arketipleri galaksiler arası bir öyküye aktaran Star Wars’un sevilmesinin bir diğer önemli sebebi de belki budur: Toplumsal bilinçaltımızda yatan arketipleri fantezi dünyasında ait oldukları yere koyar. Öyle ki hikayenin temelinde yatan “Güç” teması bir bakıma Kutsal Kase mitinin galaktik karşılığıdır.
Yoda
George Lucas için Joseph Campbell bir nevi “Yoda”dır, ki bu etkilenmenin Campbell da farkındadır. Campbell’a göre Lucas onun en iyi öğrencisidir. Bununla birlikte Star Wars'da yalnızca Campbell etkisinden bahsedilemez. Campbell bir öykünün ne anlattığını gösterir; ama Lucas öyküsel bir dünyanın nasıl yaratılacağını Tolkien’den, bir öykünün nasıl anlatılacağını ise Akira Kurosawa’dan öğrenir. Lucas, Tolkien’in ünlü Yüzüklerin Efendisi serisinin bu dünyadan bağımsız ama deneyimlediğimiz gerçekliğe göndermelerde bulunan evrenini Star Wars’ta gerçekleştirmeye çalışır. Bu evrenin ayrı bir coğrafyası, kültürü, gelenekleri; iletişimi belirleyen apayrı bir dili; toplumsal düzeni sağlayan kendine ait kuralları vardır. Yüzüklerin Efendisi’nin çoğu kuramcı ve edebiyat eleştirmeni tarafından bu dünyaya transfer edilmesi ve metaforların mutat kodlarla çözümlenmeye çalışılmasına Tolkien’in karşı çıkması gibi, Lucas da yarattığı dünyanın verili şablonlarla değerlendirilmesini istemez. Yönetmen Star Wars’un yaşadığımız dünyaya referanslarda bulunsa da, aynadaki basit bir izdüşümden farklı değerlendirilmesini talep eder. Onun amacının o dönemde üzerinde fazlaca kafa yorulan anlatı teknikleri tartışmasına kendi tavrını koyarak alternatif bir mikro evren yaratmak olduğu söylenebilir. Belki de bu nedenle Lucas, bilimkurgunun kutsal kitabı sayılan Dune’dan ziyade Yüzüklerin Efendisi’nden etkilendiğini söyler. Aslında Yıldız Savaşları’nın biçimsel özelliklerini incelediğimizde, Herbert’in başyapıtı Dune’a benzerlikleri aşikardır. Her ikisinde de öykü benzer bir coğrafyada geçer, evreni tehdit eden diktatörlüğe karşı direnişçiler vardır, baskıcı ve ezici bir babanın varlığına karşı koyuş mevcuttur. Ancak Lucas Dune’u merkeze almadığı konusunda ısrarcıdır, onun bu tavrının altında Star Wars’un Yüzüklerin Efendisi’ne eşdeğer olmak arzusunun yattığı düşünülebilir.
Obi Wan - Qui Gonn
Star Wars’un omurgasını bu iki yazara borçluysak, onun ayakları üzerinde durmasını sağlayanın da Kurosawa olduğunu içtenlikle söyleyebiliriz. Usta yönetmenin The Hidden Fortress, Sanjuro ve Yojimbo filmlerini izleyen Lucas, Kurosawa’nın samuray filmlerini uzaya aktarır. 70’lerin başında Japonya’ya giden ve burada özellikle Kurosawa filmlerini inceleyen Lucas döndüğünde yeni bir sözcüğü lugatına ekler: 16.-18. yüzyıl arasındaki eski Japonya’yı anlatan “Jidaigeki” adı verilen dönem filmleri Lucas’ın “Jedi şövalyeleri”nin etimolojik kökenini verir ve sinemanın bu yeni mitolojik kahramanlarının yaratımında ana öğe olur. Epik sinemanın başlıca ustası Kurosawa’nın Jidaigeki öykülerine yeniden hayat kazandırdığı The Hidden Fortress, Sanjuro ve Yojimbo, Star Wars’ta Prenses Leila’nın, Jedi şövalyelerinin ve Darth Vader’ın biçimsel karakter özelliklerini belirler.
Darth Vader
Ancak Star Wars’un elementleri bununla da kalmaz; eski kahramanlık öykülerinden beslenen Yıldız Savaşları serisi, E.E Smith’in bilimkurgu hikayelerinden ve çocukken en sevdiği çizgi roman olan Flash Gordon’dan da izler taşır. Star Wars farklı kültürel ürünleri birbirine bağlamakla kalmayıp, Budizm gibi Doğu öğretilerini Hıristiyan mitolojisi ile de bağdaştırır. Yoda’nın başını çektiği Jedi şövalyeleri ne denli Doğu felsefesinin izini taşıyorsa, Luke ya da Anakin Skywalker o denli “seçilmiş kişi” mitinin taşıyıcılarıdır. Kendinden yıllar sonra benzer bir etkiyi yaratacak olan Matrix, hatta Harry Potter serisine öncülük yapan Star Wars bu anlamda modernist sinemadan postmodern anlatılara geçişin tam göbeğinde durur ve geçiş döneminin kapılarını aralar. Her ne kadar modern değerlere olan inancı kaybetmemiş olsa da, Star Wars postmodernliğe gerçek kimliğini kazandıran nostalji duygusundan, geçmişe özlemden, kimlik bunalımından, birbirinden belirli sınırlarla ayrılmış kavramları aynı potada birleştirmekten yoksun değildir. Tüm filmlerin “uzun bir zaman önce, çok uzak bir galakside” başlaması onun nostalji haritasını ortaya koyar. Öte taraftan bilimkurgu, fantastik sinema, komedi, aksiyon, macera ve kimi zaman gerilim türünün öğelerini harmanlayan Star Wars kendinden sonra gelişecek postmodern anlatılara rota çizer. Tüm bu özelliklerinin çok belirgin olmaması dramanın kuralları ile işleyen bir anlatı mekanizmasına sahip olması ve hala modern dünyaya dair bir söz üretebilmesi ile ilgilidir.
Bu nedenle Star Wars tam olarak postmodern bir sinema örneği değildir, ancak film üretim sisteminde yeni bir aşamaya geçildiğinin önemli işaretlerini taşır. Bu, onun anlatısal ve söylemsel yönü kadar, teknik kabiliyeti ve ekonomik yaklaşımında da ortaya çıkar. O güne kadar hiçbir bilimkurgu filmi Star Wars’un sahip olduğu teknolojik yetkinlik ve görselliğe sahip olmamıştır. Kubrick’in bilimkurgu başyapıtı 2001: Space Odyssey bile türün gerektiği teknolojik görselleştirmeyi üstün sahne tasarımı ve mizansene borçludur. Bilimkurgu sinemasında o güne kadar mevcut olan anlayış, teknikten ziyade atmosferi, olaydan çok karakteri merkeze almaktır. Star Wars bu anlamda tam bir devrim gerçekleştirir. Boeing uçaklarının tasarımında çalışmış olan Ralph McQuarrie’nin konsept tasarımcısı olduğu Star Wars’ta, Lucas o dönemin yaratıcı ama amatör ruhlu gençlerini etrafında toplar. Büyük stüdyoların alışıldık kurallarının dışında çok daha özgür bir çalışma ortamında Lucas ekibiyle sınırları aşmaya yönelik denemelerde bulunur. Her ayrıntının en ince noktasına kadar düşünüldüğü tasarım, modelleme ve uygulama aşamalarında Lucas 20th Century Fox’tan gelen baskılara taviz vermemeye çalışır. Filmin görsel yanı kadar sessel özelliklerine de dikkat eden Lucas, Londra’daki Elstree stüdyolarını seçer. Bütçedeki kısıtlamaların teknik yaratıcılıkla bertaraf edildiği Star Wars, bugün bile sahip olduğu görsel öğeler ile takdire değerdir. O tarihten sonra bilimkurgu ve fantastik sinema, biçimin öneminin farkına varır ve stüdyoların bütçeleri buna göre revize edilir.
Star Wars’tan sonra sinema endüstrisi aynı kalmaz, bir bakıma filmin beklenmedik başarısı Amerikan sinema sanayi içinde yeni bir “savaş” başlatır. Star Wars serisi Hollywood’da film yapım sisteminde farklı bir aşamaya geçildiğine işaret eder. Film ile yeniden genç kitlelere ulaşan stüdyo diğerlerine örnek teşkil ederken, yan ürünler salgını Star Wars ile başlar. Lucas daha 1975 tarihinde sinema mekanizmasının dinamiklerini çözmüş ve onun olanak ile sınırlılıklarını çok iyi tayin etmiştir. Görsel zekası hayli kuvvetli ve öykü anlatma kabiliyeti güçlü olan Lucas, daha senaryonun yazım aşamasında filmin afişlerinden ve oyuncaklarından oluşan bir pazar oluşacağını öngörmektedir. O tarihten itibaren endüstri yalnız film üretmekle kalmayıp sınırlarını genişletir ve daha önce kendi dışında kalan alanları kapsamına dahil eder. Krize girmiş sinema sektörü için Lucas’ın sunduğu üretim ve örgütlenme modeli ekonomik haklılığını ilan eder. Lucas’ın örneklediği bu model, o tarihten bu yana Hollywood’un yol haritası olmaya devam etmektedir.
Yorumlar